Matematik, Hayat Ve Sinema İlişkisi
Matematik ve Sinema

Matematik, Hayat Ve Sinema İlişkisi

Matematik; çoğumuzun korkulu rüyası. Eğitim sistemimizden kaynaklandığını düşündüğüm büyük bir nefret söylemi var. Zorlama ve dayatmayla öğrenmek ”zorunda” kalan insanlar haliyle sevmiyorlar. Bu da her şeyden daha normal. Ama hepsinin bir kenara bırakıp, evrenin dili olarak bakmakta fayda olduğunu düşüyorum.

Matematik Yunanca ‘matema’ kökünden geliyor. Bilgi, çalışma, öğrenme. Kelime anlamını tam olarak karşılayan bir kelime görüyoruz. Bilgiden kastı; evrendeki varlığın bilgisi. Sonraki yıllardaki kullanımı ‘mathematikós’ ; öğrenmekten hoşlanan. İlk mantığa göre devam edersek, evreni öğrenmekten hoşlanan olarak algılayabiliriz. Bunun için gerçekten fazlasıyla uğraşan insanlar var. Tek bir teoriyi anlayabilmek ve açıklayabilmek için geçen ömürler. Tutkudan sonra bağımlılığa geçme durumunu anlayabiliyorum aslında. Çünkü elde edilen şeylerin gerçekliği muazzam derecede önemli olabiliyor. Ve bu gerçeklikle temas hissedilen küçücük bile olsa bir bağlantı insanı evrene –yuvasına- daha da çok yaklaştırabiliyor.

Matematiği antik zamanlarda kabul edenler sadece matematikle ilgilenenler ve felsefecilerken, zamanla matematik herkesin temelde bilmesi gereken bir bilim olduğu düşünülerek dünyanın dört bir yanında eğitimin birçok aşamasına koyuldu. Bize hep sıkıcı formüller, tanınmayan şekiller, zorunluluklar verdiler, göremediğimizi bir çırpıda anlamamızı istediler. Sonuç olarak da elde ettikleri şey ön yargılı, çekinen ve büyük bir nefret besleyen beyinlerden başka bir şey olmadı.

Matematik her alana yansıdığı gibi, edebiyat ve sinemaya da yansıdı. Edebiyatçılar genelde sayılar arası bağlantılar kurarak daha estetik ve doğal bir şeyler yaratmaya çalışmayı seçtiler. Sinema matematiği hikayeleriyle kabullendi. Bir çok filmde yan rollerde matematikle ilgili formüller, teoriler, ispatlar geçse de bazı filmlerin temaları matematik olarak seçildi.

Agora

Agora
Agora

Alejandro Amenabar’ın yönettiği, 2009 yapımı tarih-dram-bilim temalarında geçen enfes bir film. Görselleri, müzikleri ve oyuncularıyla da tamamlanıyor. Değindiği konulara bakılarak birçok farklı yönden değerlendirebilecek yapıda olması da cabası.

4.y.y’ da geçen film Roma İmparatorluğu’nun egemenliğindeki İskenderiye Kütüphanesi ve Serapis Tapınağı’nın yok edilmesi bu sırada İskendiriyeli Hypatia’nın öldürülmesini konu alıyor. Çoğu sahnesi boğaz düğümlüyor, insanoğlunun aslında yüzyıllardır aynı eylemi başka isimler altında yaptıklarını görmek, devrin aslında değişmediğini ve zamanın ilerleyen bir şey olmadığını görmek gerçekten zor. Bana göre izleyeni film kurgusundan çıkarıp, gerçeği bu denli kırılgan anlatması etkiliyor.

İskenderiyeli Hypatia (Rachel Weisz), M.S. 370 yılında doğmuş olan; matematikçi, felsefeci ve gök bilimcidir. Dünya tarafından ilk kadın bilim insanı olması ve Eliptik yörüngeyi keşfetmesiyle biliniyor. Genç yaşlarında İskenderiye Kütüphanesinde dersler vermeye başlıyor. Hatta kendini öldürecek olan adama, Aristo’nun öğretilerini kazandırıyor. Kaynaklar Hypatia’yı Helenistik bir Pagan olarak tanımlıyorlar. Bu durumda Hristiyanların ilgisini fazlasıyla çekiyor.

Filmin ilerleyişi öncelikli olarak Pagan ve Hristiyanların çatışmaları sonrasında Hristiyan ve Yahudilerin çatışması etrafında şekilleniyor. Burada medeniyetimizin aslında bazı yönleriyle ölü bir yapıda olduğunu görüyoruz. Semavi dinlerdeki zorbalığın aslında ayrılmış parçalar halinde değil de temelde aynı zorbalık olduğunu görüyoruz. Ve hala aynı şeyi yaşıyor olmak çok üzücü.

Çatışmalar devam ediyor, planlar yapılıyor ve din uğruna ilk olarak İskenderiye Kütüphanesi yıkılıyor. İskenderiye Kütüphanesinin Hristiyanlar ve Yahudiler açısından bu kadar dikkate alınmasının bir sebebi var. Kütüphane o zaman dünyadaki tüm bilimi, tüm kitapları ve düşünceleri barındırıyor. Dünyanın dört bir yanından kitaplar kütüphaneye getirilip çoğaltılıyor. Bilgiler birikiyor, felsefeden bilime birçok alanda dersler veriliyor. Çağının çok ötesinde bir yapıda olması da korkan insanlarda öfke uyandırıyor. Sonuç olarak İskenderiye Kütüphanesi yerle bir ediliyor, kitaplar yakılıyor, insanlar öldürülüyor. Hypetia’da öldürülüyor; Hristiyanlığı seçmediği için ve felsefesinden vazgeçmediği için. Hypetia’nın öldürülme sahnesi gerçek hikayeden farklı anlatılıyor. Gerçekte, pusuya yatıyorlar, Hypetia’yı kaçırıp, bir kiliseye götürüp, ardından çırılçıplak bırakıp taşlıyorlar, ardından farklı deniz kabuklarıyla etini kemiğinden ayırıyorlar ve şehrin bambaşka bir noktasında yakarak öldürüyorlar. Öldürülmesini bu kadar gerçekçiliğiyle anlatmak istemeyen yönetmen, daha duygusal sahneler ve daha hafif bir öldürülme biçimi tasarlamış. Bunu Hypetia’ya olan saygısından da yapmış olabilir bilemiyorum.

Film sahneleri, müzik seçimleri, gerçekle birçok noktadaki sağlam bağlantısıyla tatmin edici. Şuan ki insanlığın durumunun aslında pek fazla değişmediğini görmekse fazlasıyla üzücü. Hala dini dogmaların, inançların, savunulan çarpıtılmış gerçeğin karşısında felsefenin ve bilimin fiziksel ve zihinsel işkenceye maruz kaldığını görmek daha üzücü.

Pi

Pi
Pi

1998 yapımı, Darren Aronofsky’ın ilk uzun metraj filmi. Aronofsky hem yönetmenliğini hem senaristliğini üstleniyor. Çok düşük bir bütçeyle ve siyah-beyaz çekiliyor. Film 1998 Sundance Film Festivalinden, Aronofsky’ye En iyi Yönetmen ödülünü veriyor.

Maximillian Cohen; asosyal, psikolojik problemleri ve takıntıları olan bir sayı teorisyeni. Borsayla ilgileniyor ve belirleyip işaretleyebileceği bir patern bulmaya çalışıyor. Hipotezleri üzerinde çalışıyor, Fibonacci dizisiyle fazlasıyla ilgileniyor. Fibonacci dizisi Max’a doğanın matematiğini anlamanın yolunu açıyor. Ve sonrasında işler çığırında çıkıyor. Şiddetli baş ağrıları geliyor, fraktal sesler duyuluyor ve Max paranoid sanrılar yaşıyor.

Tutkusu ya da takıntısı, nasıl adlandırılırsa, devam ederken Max’in etrafını Wall Street kabadayıları ve Yahudi mistizmi sarıyor. Bir mekanda oturduğu sırada yanına bir başka sayı teorisyeni gelip ona: Tevrat’ın anlattığı şifreden bahsediyor. Burada Kabala’nın net bir anlatımını görüyoruz.  Diğer taraftan Wallstreet Max’a, onlara verecekleri rakamlar karşılığında teknoloji ve para teklif ediyor. Böyle bir kaosun ortasında kalan Max, kafası çok karıştığında Sol Robeson’e gidiyor. Rus asıllı bir matematikçi ve Sol’da ömrünün büyük bir kısmını şifreler ve paternler arayarak geçirmiş. İkisi Go oynayarak sayı teorileri, dizileri, bilgisayar şifreleri, evrendeki tüm rakamlar üzerine konuşuyorlar. Genelde Max’in takıntıları üzerine konuşuyorlar. Sol uzun bir zaman dilimini kapsayan çalışmalarından sonra doğanın matematiksel bir formülünün olmadığını ve Max’in vazgeçmesi gerektiğini anlatıyor.

Max bir gün yine Yahudi teorisyenle konuşurken hipoteziyle ilgili bir şey fark ediyor. 216 rakamdan oluşan bir sayı dizisi buluyor. Bu dizinin Tevrat’ın şifresi olduğunu ve borsada da bu oranın geçerliliği olabileceğini savunuyor. Bu sırada iki tarafta Max’i rahat bırakmıyor. Bu stresin sonucu Max daha fazla nöbet geçiriyor. Kafasını biraz rahatlatmak için Sol’un dairesine gittiğinde onun öldüğünü öğreniyor ve Go tahtasında yarattığı şifrenin olduğunu görüyor. Film sonu hakkındaysa iki farklı yorum yapılabilir. Bize bırakmış aslında biraz. Fazlasıyla karanlık ve enteresan bir film olduğunu düşünüyorum.

Matematiğin takıntılı ve karanlık tarafını, aslında kötücüllükten ziyade tutkuyu anlatan yapısıyla kesinlikle izlemeye değer olduğunu düşünüyorum.

A Beautiful Mind

A Beautiful Mind (Akıl Oyunları)
A Beautiful Mind (Akıl Oyunları)

2001 yapımı, Ron Howard’ın yönettiği, Slyvia Nasar’ın aynı isimli kitabından uyarlama biyografi-dram filmi.

Film John Nash’in erken yıllarından başlayarak kariyerini ve hayatını anlatıyor. 4 akademi ödülü dahil toplam 11 ödül alıyor. Ve döneminin en  çok konuşulan ve izleyiciyi etkileyen filmlerinden biri oluyor.

John Nash, oyun kuramına başka bir yorum getirmesiyle ve şizofreni ile belirli ölçüde başa çıkmasıyla ün kazanmış bir matematikçi. Nash burslu olarak Princeton Üniversitesi’ne doktorasını yapmak için gider ve film böyle başlar. Nash’in gençlik yılları, azmi, hırsı ve asosyalliğini bu gençlik kısmında fazlasıyla görüyoruz. Şizofrenisinin başlangıcı yaklaşık bu zamanlara denk geliyor. Nash devamlı olarak matematik formülleri üzerine çalışıyor, derslere katılmayı reddediyor. Her şeyi kendi kendine öğrenebileceğini düşünüyor. 21 yaşında da Oyun Kuramı/ Nash Dengesi doktora tezini veriyor.

Sonraki yıllarda çalışmalarına devam ederken ve MIT’de dersler verirken öğrencisine aşık oluyor ve evleniyorlar.  Bu sırada paranoid şizofreni teşhisi konuluyor. Nash gittikçe halüsilasyonları içerisinde yaşamaya başlıyor. Ailesine ve çocuğuna zarar vermeye başlıyor. Ardından yıllara yayılan bir tedavi süreci başlıyor. Bu sürecin neredeyse yarısı hastanede ve tamamı ilaçlar altında yapılıyor.

Uzun ve zor zamanlardan sonra, Nash şizofreniyi zekasıyla kontrol altında tutmayı öğreniyor. Matematikle ilgilenmeden geçirdiği yılların inadına eski ilgisine ve mesleğine geri dönüyor. Ve emeklerinin karşılığı olarak 1994 yılında Ekonomi alanında Nobel ödülü kazanıyor.

Film tam olarak biyografi uyarlaması. Bana göre de biyografiler hiçbir zaman gerçek hayat hikayelerini tam olarak anlatamıyor. Filmin eksik kaldığı en büyük nokta buydu bence. Nash evet zekasına hayran olunacak bir bilim adamı fakat yakın çevresinin anlattığı, çoğu kitapta anlatılanlar kadarıyla fazlasıyla huysuz, bencil ve egoist  bir adam. Yönetmen bu kısımlarındaki eksikliğini şizofreni konusundaki hassas çalımasıyla örtbas edebilmiş.