Johann Wolfgang Von Goethe
Johann Wolfgang Von Goethe

Johann Wolfgang Von Goethe’nin Hayatı

“Her ne yapabiliyor ya da yapabileceğini hayal ediyorsan, yapmaya başla. Cürette deha, güç ve sihir vardır.”

1774 yılında üç ay gibi kısa bir zamanda kaleme aldığı ‘Genç Werther’in Acıları’ adlı romanıyla Alman edebiyatında çığır açan Goethe’nin bu romanı, tüm Avrupa’da büyük bir histeri ile okunmuş ve Werther’in yazarı olarak tanınmasına yol açmıştı. Bu roman Almanya’da bütün gençliği etkisi altına almış ve o dönemde birçok intihara sebep olmuştu. Hatta Werther’in kıyafeti olan mavi frak, sarı yelek ve çizmelerin döneminde moda yarattığı bilinmektedir. Napoleon’un bile Werther’i sürekli yanında taşıdığı yedi kezden fazla okuduğu söylenmektedir.

Johann Wolfgang von Goethe, 28 Ağustos 1749 tarihinde Almanya’nın Frankfurt şehrinde, varlıklı bir soylu olan avukat Johann Caspar Goethe ile dönemin Frankfurt Belediye Başkanı’nın kızı Catharina Elisabeth Textor’ın ilk çocuğu olarak dünyaya geldi. Varlıklı bir ailenin çocuğu olması ve olanakları sayesinde küçük yaşlardan itibaren edebiyat, müzik ve resim gibi sanatın birçok dalına ilgi gösterirken bir yandan da dans, eskrim ve binicilik öğreniyordu. Latince, İbranice ve İngilizce gibi birçok yabancı dilin eğitimini aldı.

Ama onu resim ve tiyatro gibi görsel sanatlara yakınlaştıran asıl olay Fransa’nın savaş sırasında Frankfurt’u işgal etmesiydi. İşgalin hemen ardından evleri karargah binasına çevrilmiş, Goethe de burada güzel sanatlara meraklı karargah komutanı sayesinde Fransız sanatıyla tanışma fırsatını yakalamıştı. Özellikle yeteneği de olması sebebiyle çizime merak saldı. Diğer yandan gezici tiyatro toplulukları sayesinde Moliere gibi ustaların oyunlarını seyretme imkanı yakaladı. Homeros gibi Antikçağ kültürünün isimleriyle tanıştı ve İncil’i okumaya başlayarak din eğitimi de aldı. Ancak kiliseye gitmekten hoşlanmıyordu.

Annesi sanata olan ilgisine büyük destek verirken, Goethe babasının arzusuyla 1765 yılında, Leipzig Üniversitesi’nde hukuk eğitimine başladı. Bu dönemde çizime olan ilgisini devam ettirerek ünlü ustalardan resim ve sanat tarihi dersleri aldı. Aynı zamanda şiirle de ilgilenen ve Christian Gellert‘in şiir öğretilerini takip eden yazar, ilk şiirlerini üniversite günlerinde tanışıp aşık olduğu Kathchen Schönkopf adlı bir genç kıza yazdı. İlk şiirleri daha çok neşeli imgeler barındırıyordu. Ancak, sonraları umutsuzlaşan bu aşkını 1767’de kaleme aldığı ilk oyunu olan “The Lover’s Caprice”e yoğun şekilde yansıttı. Yine Goethe’nin başyapıtı sayılan Faust’un ilk bölümünün esin kaynağının bu yıllarda yaşadıkları olduğu düşünülmektedir.

Hukuk fakültesindeyken, burada bir süre sağlık problemleri yaşayan Goethe, çalışmalarına daha rahat devam edebilmek amacıyla, 1770‘de, Frankfurt’a geri döndü. Kimilerine göre kadınlarla ilişkileri nedeniyle frengi olduğu iddia edilen şairin, babasıyla olan ilişkisi bozulma noktasına geldi. Annesi ve kız kardeşinin bakıcılığında, sağlığı iyiye gitmeye başladı. Aynı yıl, şiirlerini bir araya getirdiği “Annette” isimli ilk şiir kitabını yayımladı.

1770 Nisanında, yarım kalan işlerini tamamlamak maksadıyla, yeniden Strazburg’a gitti. Burada Halk edebiyatıyla yakınlaştı ve sanatsal yeteneğini geliştirme fırsatını yakaladı. Bir süre kaldığı Alsace yöresinde doğadan oldukça etkilenen Goethe, ilk defa doğanın organik bir varlık olduğunu düşünerek, tabiat bilimiyle ilgili teoriler üretmeye başladı. Bu temayı yapıtlarında sıkça kullandı. Sesenheim civarındaki bir yolculuğu esnasında, Friederike Brion adlı bir kadınla tanıştı ve ona karşı platonik bir aşk beslemeye başladı. İçinde bulunduğu tabiatın da etkisiyle farklı ruhsal açılımlara girdi. Kısa sürede melankolik bir hal alsa da Goethe’nin bu aşkı en verimli dönemlerinden birine esin kaynağı oldu. Bu süreçte “Willkommen und Abschied” (Hoş geldin ve Hoşça kal) ve “Maillied” gibi şiirleri yayımlayan yazarın bu eserleri, Alman edebiyatında modern manzumenin ilk örnekleri arasında yer aldı. Yine bu dönemde mimariye olan ilgisini artırdı. 1772-73 yıllarında bir kültür-sanat dergisinde sinema, tiyatro ve kitaplar ile alakalı eleştirel yazılar kaleme aldı.

Ardından, Wetzlar‘a giden Goethe, burada bir yandan hukuk stajını yaparken, diğer yandan edebiyat çalışmalarına ağırlık verdi. 1774‘de yayımlanan, ilk romanı “ Genç Werther’in Acıları” ile yarattığı Werhter karakteri ve coşkulu anlatımıyla, dünya çapında bir üne sahip oldu. Bu eserle, Almanya’daki ‘Fırtına ve Coşku’ (Sturm und Drang) ya da diğer deyimiyle ‘Coşkunluk’ akımının öncülerinden oldu. Bu döneme kadar Alman edebiyatı eserleri daha çok gerçekler üzerine ve belirli bir çerçevede işlenip, duygulara yer verilmezken, Goethe bu eseriyle edebiyatı farklı bir yere koydu. Bir mektup-roman olan bu eserde genç bir delikanlı olan Werther‘in, güzel Charlotte‘a beslediği umut dolu aşkı konu alıyordu ve birbiri ardına hayali bir arkadaşa yazılmış mektuplardan oluşuyordu. Bu eserde okuyucu Werther’in yaşadıklarına, hislerine en derinine kadar tanık olurken, karşıdan gelen mektuplardan haberi olmuyordu. Werther’in, sonunda acısından intihar etmeye kadar varan bir aşkla sevdiği Charlotte karakteri, aslında, Goethe’nin yakın bir arkadaşının nişanlısı olan ve 1773’de Wetzlar’da tanıştığı Charlotte Buff‘tan başkası değildi. Goethe, bu genç kadını umutsuzca seviyordu ve içinde bulunduğu karamsarlığı eserinde kendi yerine koyduğu Werther’i öldürerek açıkça gösteriyordu. Özellikle Avrupa’da büyük yankı bulan kitap, birçok gencin aynı yolu seçmesine ve intihar etmesine neden olacak kadar gerçekçi bir anlatıma sahipti. Bir dönem bu sebepten dolayı yasaklanan eser, Modern Alman romanının ilk eseri olarak kabul edilir.

1775 yılında, Weimar-Saxe Dükü Carl August‘un daveti üzerine Weimar’a giden Goethe, burada dükün özel danışmanlığını üstlendi. Daha sonra 1782’de “von” unvanını aldı. Weimar’da iken politika ile ilgilenen bir süre şehir meclisi ve savaş komisyonu meclisi üyeliği, maden ocaklarıyla şehir ormanı direktörlüğü ve yerel mahkemenin mali kaynaklarının yönetimi gibi görevlerle meşgul olan Goethe, bu dönem yazınsal çalışmalarına ağırlık veremedi. Üstlendiği bu farklı görevlerin de etkisiyle tabiatla iç içe yaşadı ve bununla ilgili bilimsel çalışmalarda bulundu. Özellikle bitki morfolojisi, ışık ve renklerin anlamı, karakteri, insan ve hayvan fizyolojisi gibi pek çok konuda çalışmalar yaptı. Yaşadığı bu doğayla birliktelik onu çoşkulu şiirler ve baladlar yazmaya itti. Weimar’da tanıştığı ve zamanla dostu olan Frau Von Stein‘ın fikirleri, Goethe’ye bir terapi gibi geldi ve ihtiyacı olan huzura kavuştu. Stein’a duyduğu platonik aşkın bir göstergesi olarak, “Warum Gabst Du Uns Die Tiefen Blicke” (Neden Bize Bu Derin Bakışları Verdin) adlı şiirini yazdı. Goethe’nin, Stein’a olan duygusal bağlılığı uzun yıllar devam edecek ve bu aşkın izleri, bazı eserlerinde hissedilecekti.

1782 yılında Hıristiyanlığı reddettiğini açıklayan Goethe, Weimar’daki yoğun çalışma hayatının verdiği yorgunluğu üzerinden atmak istiyordu. Bu sebeple 1786‘da İtalyan yarımadasına doğru bir geziye çıktı. Sırasıyla Verona, Venedik ve Roma‘ya gitti. İki yıl süren İtalya gezisi boyunca, Roma ve Grek sanatını gözlemleme olanağı buldu. Öte yandan, İtalya’nın farklı ve Akdeniz‘e özgü tabiat dokusunu değerlendirerek, yeni çıkarımlarda bulundu. Bu dönemde insan anatomisi üzerine araştırmalarını yoğunlaştıran Goethe, birtakım bilimsel teoriler ortaya attı. 1784 yılında, insan yüzündeki ara çene kemiğini keşfetti ve kafatasıyla ilgili omur teorisini geliştirdi.

İnsan doğasıyla ilgili edindiği deneyimlerden sonra, Weimar’a dönen Goethe, kalemine yeniden sarıldı. Çünkü, kısa da olsa, bu ayrılık onu yakın çevresinden soyutlamıştı. Yoğun bir şekilde bilimsel gözlemlerini ve düşüncelerini kağıda dökerken, beklenmedik bir gelişme oldu. Kendi edebi çevresinden olmayan, eğitimsiz genç bir kadın olan Christiane Vulpius‘a aşık oldu. Çevresinden baskı görmesine rağmen uzun yıllar Vulpius’la birlikte yaşadı. Son şeklini, 1790‘da Weimar’da verdiği, yirmi bölümlük “Römische Elegien” (Roma Ağıtları) adlı şiirinin ilham kaynağı, yaşama tekrar dört elle sarılmasını sağlayan Vulpius’tu.

1792 yılının kışında Goethe, İhtilalci Fransız kuvvetleri tarafından şehrinin istila edilmesi üzerine, Valmymuharebesinde, Duke Carl August’a yaverlik etti. Yine, Mainz kuşatması boyunca, dükün askeri gözlemcisi oldu.
1796 yılında Goethe, hayatında ve sanatında derin izler bırakacak olan ünlü edebiyatçı Friedrich Schiller’den bir mektup aldı. Schiller, Goethe’ye çıkarmakta olduğu “Die Horen” (1796-1797) adlı edebiyat dergisinde yazmasını teklif ediyordu. Aslında daha evvel, 1794 yılında Friedrich Schiller Goethe’nin ‘Ana Bitki’ kavramını eleştirmiş, ancak zamanla bu tartışma ikisinin daha da yakınlaşmasına vesile olmuştu. Goethe, “Der Schatzgraeber” (Hazine Avcısı), “Der Zauberlehrling” (Büyücü Çığlığı) gibi en ünlü baladlarını bu dönemde satırlara dökecekti. Coşkunluk akımının etkisindeki tarzı, bu eserlerinde, yerini olgun bir havaya bırakmıştı. Artık metinlerde düşünsel dinginlik göze çarpıyordu. Goethe klasik bir olgunluğa erişmişti. Bu dönemde, “Propylaen” adlı bir dergi çıkarmaya başladı ve bu dergide, güzel sanatlar üzerindeki düşüncelerinden, ideallerinden bahsetti.

Yine 1796’da, dostu Friedrich Schiller’in de etkisiyle, “Wilhelm Meisters Lehrjahre” (Wilhelm Meister’ın Çıraklık Yılları) yi tamamlayarak yayımladı. Ancak, Wilhelm Meisters karakteri Werther’le karşılaştırıldığında, hayata ve aşka karşı çok daha pozitif bir yaklaşım sergiliyordu; ki bu da, yazarın eriştiği olgunluğu ortaya koyuyordu. Goethe’nin bu yapıtı, 1974 yılında, Win Wenders ile Peter Handketarafından modernize edilerek, “Wrong Movement” adıyla sinema senaryosuna uyarlandı.

Uzun yıllar toplumsal olaylara karşı soğuk bir tavır takınmış olan Goethe, ruhani olgunluğa eriştikten sonra bu tip olaylara çözüm getirir bir karaktere büründü. İnsanın karakterinin gelişiminde, içinde yaşadığı toplumun yapısının, kurallarının ve yaşam koşullarının etkili olduğunu düşünmeye başladı. Bu bakış açısıyla kaleme aldığı eserlerindeki ana kahramanlar artık içinde bulunduğu toplumun normlarına daha yakın özelliklerle sarmalandı. Dolayısıyla Goethe’nin toplum ve insan yorumlarında, coşkunluk döneminin aykırılığının yerini, yasalara ve çevreye uyumlu bir yaşam düzeni aldı. Bu değişimin bir diğer göstergesi, 1806 yılında, sevgilisi Christiane Vulpius’la evlenip düzenli bir hayata geçmesiydi. Sonrasında, Goethe’nin minnet duyduğu düke olan sevgisini temsil edecek şekilde, çocuklarına “Carl August” adını verdiler.

Aynı dönemde, “Wahlverwandschaften” (Gönül Yakınlıkları) adlı üçüncü romanını yazdı. Sürekli kafasını meşgul eden Wilhelm Meister tiplemesi üzerine, bu karakterle ilgili ilk kitabının bir nevi devamı niteliğini taşıyan, “Wilhelm Meister Wanderjahre“yi (Wilhelm Meister’in Seyahat Yılları) kaleme aldı. Bu yapıtları son döneminin başyapıtları arasında yer aldı.

Goethe dünya klasikleri arasında gösterilen trajedisi “Faust“un yazımına, ilk olarak 1770-71 yıllarında, Leipzig’deki sürekli gittiği bir restorandan aldığı esinle, Frankfurt’a döndükten sonra başladı. Faust’un ilk bölümü olan “Urfaust“u, ancak yakın dostu Schiller’in ölümünün ardından tamamlayabildi ve 1808yılında yayımladı. Bu eserin ikinci bölümü ise, yazarın ölümünden sonra basıldı. Faust, Goethe’nin farklı zaman ve farklı mekanlarda, kendisiyle birlikte değişen ve gelişen bir eseri oldu. Yaşadığı olaylar, edindiği izlenimler, değişen ruh hali ve kişisel deneyimleri bu yapıtta ifadesini buldu. Dolayısıyla Faust, Goethe’nin gerçek yaşam hikayesini simgelerle gözler önüne seren bir eser haline geldi.

Faust’ta iyilik ve kötülük kavramlarını, hukuk, ilahiyat, tıp ve felsefe gibi birçok ilme vakıf olan Dr. Faust (insan) ile Mefisto (şeytan) karakterleriyle simgeleştiren Goethe, insanın içindeki erdemle sürekli bir iyilik arayışında olmasını ve gerçekleri bulma arzusunu resmeder. Hayatını hiçler uğruna tükettiğini ve manevi huzurunu kaybetmiş olduğunu düşünen Faust, Mefisto ile bitmesini istemediği anları sürekli yaşayabilmesi için bir antlaşmaya tutuşur. Eğer Faust kendini kaybedip Mefisto’ya kanarsa ruhunu ona satmış olacaktır. İnsanoğlunun iyilik ve kötülük, haz ve ahlak arasında yaşadığı karmaşa Faust karakteriyle anlatılır. Faust aslında bakıldığında Goethe’nin ta kendisidir. Faust, insanların ne yaparlarsa yapsınlar yeryüzünde acı çektiklerini gözlemlemişti. Edebiyatla, tabiatla, bilimle uğraşmış; ancak acıyla başa çıkmayı öğrenememişti. O yüzden, kendini, hayata adamak için çok yaşlı, hayata karşı isteksiz davranmak için de genç görüyordu. Faust, hayatın akışı içinde, gerçeğe ve mutluluğa ulaşma yolunda hatalar yapmış; Şeytan’ı bu amacı doğrultusunda kullanmış; ondan yardım almış; ancak hiçbir suretle ruhunu ele geçirmesine izin vermemiş; onun hizmetine girmemişti. Bu sonuca göre, Mefisto, insanları sürekli olarak kötülüğe sürüklemek istese de, bir şekilde iyiliğe yol açan bir gücü simgeliyordu. Faust ise, hayata karşı istekli, aktif, tutkulu ve hayatın kötü anlarında bile karamsar duyguların pençesine düşmeyen “insan“ı temsil ediyordu.

1810 yılında, üç bölümlük “Zur Farbenlehre” (Renkler Teorisi) adlı kitabını yayınlayan Goethe, bu eserinde, her rengin bazı duyguları simgelediğini ve renklerin de kendilerine özgü karakterlere sahip olduklarını ortaya attı.
Goethe, son yıllarında büyük acılar yaşadı. Kahramanı Faust gibi önemli arayışlar içinde, yalnızlıkla boğuştu. 1816 yılında eşini kaybetti. Ardından, 1823‘de, 74 yaşındayken, 19 yaşında genç bir kız olanUlrike von Levetzow‘a aşık oldu. Her ne kadar onun peşinden gittiyse de, hayal kırıklığı içinde Weimar’a geri döndü. Bu aşkın acısıyla kaleme aldığı “The Marienbad” adlı ağıt, Goethe’nin olgun yaşlarının en kişisel yapıtı oldu. 1827‘de, hayatının ve edebi kimliğinin gelişimine büyük tesiri olan Faru Von Stein’ın; ertesi yıl ise, oğlunun ölümüyle sarsıldı. 22 Mart 1832‘de, Weimar’da dünyaya veda ettikten sonra Alman edebiyat dünyasında bir devir kapanmış oldu.

Alman edebiyatının iki büyük ismi olan Friedrich Schiller ve Goethe’ye atfen, Weimar şehrinde, “The Goethe House” ve “The Schiller House” adlı müzeler açılmıştır. Bunun yanı sıra, şehirdeki Ulusal Tiyatro’nun girişine her iki edebiyat devinin heykelleri dikilmiştir. Goethe toplumsal gelişime, insanlık erdemlerini yadsımadan doya doya yaşamaya inanıyordu. Kafka, Goethe’yi “hayat üzerine söylenebilecek olan her şeyi söyleyen biri”* olarak tanımlamaktadır. Bununla, onun yapıtlarındaki ayrıntı fazlalığına ve felsefi derinliğe dikkat çekmektedir.