Livaneli - Huzursuzluk
Livaneli - Huzursuzluk

Bilinmeyene Doğru Mistik Bir Yolculuk: Huzursuzluk

“Merhamet istemiyorum, hiç kimsenin acımasına ihtiyacım yok, merhamet de zulmün bir parçası; ne bana acıyın ne de çocuğuma. Merhamet zulmün merhemi olamaz!”

Unutulmaz müzik eserleri ile tanıdığımız Ömer Zülfü Livaneli, son yıllarda yazdığı romanlarla da adından çokça söz ettirmeyi başarıyor. Birçok romanı çok satanlar listelerine giren, eserleri birçok dile çevrilen Livaneli, Huzursuzluk kitabında da aslında toplumumuzun oldukça haşır neşir olduğu onulmaz yaralara parmak basıyor. İçerisinde aşk, acı, ayrılık, ölüm, ırkçılık vs. gibi insanı huzursuz edebilecek birçok ögeyi barındırıyor eser. Livaneli çağdaş aydının görevi olanı yerine getirip yanı başımızda olup biten, zaman zaman kayıtsız kaldığımız olayları, akıcı bir üslup ve acıklı bir öyküyle bizlere sunuyor.

Roman, aslında metnin içerisinde de yer alan, Orta Doğu’nun şu anki durumunu özetleyen ve romanın ana fikrini oluşturan küçük bir hikayecikle başlıyor. Daha sonra Mardin’de doğmuş fakat köklerinden ayrılmış, gazeteci İbrahim’in şans eseri, Mardin’den okul arkadaşı Hüseyin’in Amerika’da öldürülmesiyle ilgili bir habere rast gelmesiyle devam ediyor. Öncesinde İbrahim gazetecilik merakıyla kadim kent Mardin’e doğru yol alırken, burada olayların içerisine girdikçe, iş gazetecilikten çıkıp adeta bir varoluş meselesine, hayatın anlamını sorgulamaya kadar gidiyor. Nitekim roman içerisinde iki farklı karakterin ölmeden önceki son sözlerinin “Ben bir insandım…” olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki dünyada savaşlar, ölümler ve insan hayatını hiçe sayan zulümler kol geziyor. Bir insan ölürken neden “Ben bir insandım…” der ki? Bana kalırsa yalnızca insan olduğu için daha düzgün yaşamayı hak ettiği ve maruz kaldığı insan dışı muameleleri asla hak etmediği için…

Yazar, gazeteci olan ana karakteri İbrahim’in ağzından hikâyeyi bizlerle paylaşıyor.  İyi uygulanmış bir roman tekniğiyle, okuyucu da İbrahim’le birlikte olayın sır perdesinin aralanacağı görüşmeleri takip ediyor. Böylelikle romanın sonuna kadar sürükleyiciliğin ve merak olgusunun hiç azalmadığını görüyoruz. Akıcı ve anlaşılır dili, hikâyeden kopmadan, anlatılan duyguyu duru bir şekilde almamızı sağlıyor.

İbrahim, Amerika’da öldürülen arkadaşı Hüseyin’in yaşadıklarını onun yakınlarından, arkadaşlarından ve birtakım tanıklar vasıtasıyla geçmişe dönük olarak öğreniyor. Hüseyin pek iyiliksever bir insan. Mardin hem konum hem kültür itibarı ile Türkiye – Orta Doğu arasında bir kapı gibidir. Dolayısıyla savaştan ve IŞİD zulmünden kaçan mültecilerin hikâyelerini çokça içerir. Hüseyin bu zulümden kaçan mültecilere yardım ederken, kucağında doğuştan kör olan körpecik yavrusu ile sığınmacı kampında bulunan Ezidi kızı Meleknaz ile tanışır. Bu tanışıklık aşkı getirir ve bu aşk sonunda dolaylı olarak da olsa Hüseyin’in canına mal olacaktır. Hüseyin’in annesine dediği “Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın artık anne!” cümlesi çaresizliğin, umutsuzluğun ve belki kaçınılan sonun dile getirilmesinden başka bir şey değildir. Romanın ana metni bu cümle ile başlar ve biz kulaklarımızda bu cümle çınlayıp dururken Hüseyin ve Ezidi kızı Meleknaz’ın derin acılarına, IŞİD zulmü altındaki özellikle kadınların çektiklerine, insan hayatının ne kadar ucuz olduğuna, ırkçılığa, insanın insan olmaktan utanacağı denli yapılan vicdansızlıklara tanık oluruz. Arka planda ise toplumun aslında hiç tanımadığı veya yanlış tanıdığı bir kitle (Ezidiler, ki Yezidiler diye bilinir ve şeytana taptıklarına inanılır) karşısındaki ön yargıyı üzüntüyle seyrederiz. Livaneli burada aydın sorumluluğuyla okuyucusuna ışık olur ve akıllara birer çengel takar. Bu çengel de okuyucuyu huzursuz eden ve bilerek iteklenen zihin yolculuğuna sürükler. Meleknaz’ın zulümden kaçarken çektikleri acıları kampta bulunan ve onunla birlikte kaçabilmeyi başaran Zilan’ın ağzından öğreniriz. Gerçekte yaşananlarla pek de uzak olmayan bu acılar insanlığımızı sorgulamamıza sebep olur. Özellikle büyükşehirlerde günlük hayatın hayhuyuyla uğraşırken bu gibi haberlere kulaklarını kapatan okurun yüzüne yaşananlar tekrar tekrar çarpılır. Bu anlamda roman bir edebiyat eserinden bu yönüyle de bekleneni vermiştir. İbrahim de büyükşehir insanıdır, köklerinden uzaklaşmıştır. Karısıyla evliliğini sürdürmeyi başaramayan ve boşanan bir insandır. Gazeteci olmasına rağmen belki romanda konu edilen gibi olaylara karşı duyarsızdır. Kitabın kapağında çölde elinde merdivenle yürümekte olan bir adam resmedilmiştir. Bu kişi belli ki İbrahim’dir ve çölde yani kıtlıkta, uçsuz bucaksızlıkta, kuraklıkta vs. yalnız kalmıştır ve onu huzursuz edene doğru bir çıkış yolu bulmak için yolculuk etmektedir. Elbette, ne yazık ki modern insanın asıl yarasıdır bu.

Mardin daha evvel de değindiğim gibi köklü tarihi ve konumu ile Orta Doğu’ya açılan bir kapı. Nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve günümüzde de çok çeşitli din, dil ve ırka mensup kişilere ev sahipliği yapan bir şehrimizdir. Romanda hem Mardin’in tarihsel güzellikleri hem de dinlerin tarihiyle alakalı değinilen noktalar, kesinlikle kadim şehri hiç görmeyenler için görmek, görenler için yeniden gitmek arzusunu uyandırıyor.

Son olarak, yazarın Meleknaz karakterini yaratırken esinlendiği kişinin 2018 Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Ezidi hakları savunucusu aktivist Nadia Murad olduğunu belirtmekte fayda var. Bu da yazarın ele aldığı konunun ne kadar evrensel boyutta olduğunu bizlere tekrar göstermiş oluyor.